Subscribe Us

header ads

Hür Adam Said kürdi’nin Gerçek Öyküsü

1950’lerden itibaren “Cumhuriyet ve Atatürk karşıtı” çevrelerin bayrağı haline getirilen Said-i Nursi konusunda müthiş bir bilgi kirliliği vardır. Onunla ilgili kitaplarda efsaneyle-tarih iç içe geçirilmiş, tarih bilinçli olarak çarpıtılmıştır. Son zamanlarda adından çok söz ettiren “Hür Adam” filmi de maalesef  bu “çarpık tarihten” beslenmiştir.
  Said-i Nursi’nin ne kadar “Hür Adam” olduğunu anlamak için önce onu biraz tanıyalım:
  İşte Said-i Nursi’nin kısa hayat öyküsü:
  Said-i Nursi, Bitlis’in Hizan ilçesinin Nors köyünde 1873 yılında doğmuştur. Göbek adı Rıza olan Said-i Nursi’nin asıl adı SAİD-İ KÜRDİ’dir. Kendisi, köklerinin Hz. Muhammed’e dayandığını ileri sürmüştür.[1]
   Daha çocuk yaşlarda bölgede etkili olan Nakşibendi Tarikatı’na girmiştir. Mahalle Mektebi’nde okumuştur. Gençliği Medreseliler arasında geçmiştir. Düzenli bir eğitim öğretim hayatı olmamıştır.
   İstanbul’a ikinci gelişinde, II. Abdülhamit döneminde, 1907’de tutuklanarak bir süre “akıl hastanesinde” tedavi görmüştür.
   31 Mart Mürteci İsyanı’nın fitilini ateşleyen Derviş Vahdeti’nin Volkan gazetesinde ve Kürdistan Dergisinde yazılar yazmıştır.
   31 Mart İsyanı’na karıştığı iddiasıyla yargılanarak beraat etmiştir.
   Bezmi Nusret Kaygusuz, Meşrutiyet yıllarına ilişkin anılarında Said-i Nursi’den şöyle söz etmiştir:
    “İttihatçılar bu adamı çok şaşırtmışlardı. İptidada (önceleri) Said-i Kürdi’ye büyük bir paye verdiler. Güya Kürt meselelerinde ondan istifade edeceklerdi. Halbuki gösterilen saygıyı o kendi hakkı zannetti. Ve yükseklerden ötmeye başladı. Zamanın kutbu ve mehdisi tavrını takındı. Maaza, senelerden sonra da aklı başına gelmemiştir. Yeni bir tarikat iddiasında ve onun piri olmaya çalışıldığı işitilmektedir. Halen Nurcu diye maruftur (tanınmaktadır).”[2]
   Nursi, Nakşibendi tarikatına mensup, İngiliz yanlısı Derviş Vahdeti ile birlikte siyasal İslamcı İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti’ni kurmuştur. Cemiyetin kuruluşu nedeniyle 3 Nisan 1919’da Ayasofya camiinde mevlit okutulmuştur.[3]
   Bir ara Teşkilatı Mahsusa’ya da üye olan Nursi, hem Kürdistan Teali Cemiyeti’nin hem de Kürt Neşriyat Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer almıştır.[4]
   “HÜR ADAM” ALMAN ETKİSİNDE
    “Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Almanya’nın yanında savaşa girmiştir. Bu süreçte “tüm giderleri Almanlar tarafından karşılanan İslam Birliği propagandası bağlamında Alman malı Cihad-ı Ekber fetvasını kaleme alan kurulda, 1907’lerde temeli atılan ve Almanlarca beslenen İslam Birliği amaçlı Gizli İstihbarat Örgütü Teşkilatı Mahsusa’nın üyelerinden Said-i Kürdi (Nursi) de bulunuyordu.”[5]
   “Alman malı cihat fetvasının” yazarlarından Said-i Nursi, bir süre Rusya’da tutsak kalmış, daha sonra bir yolunu bulup 1918’de kaçarak Almanlara sığınmıştır.
   Nursi, Almanya’da kaldığı iki ay boyunca yaptığı konuşmalarda: “Türk-Alman, Alman-Türk tarih boyunca kadim dostturlar. Türkler Alman dostluğuna sadakatte çok hassasiyet gösteririler” demiştir.[6]
   Ancak Cengiz Özakıncı’nın ifade ettiği gibi: “Kitabın hiçbir yerinde Hıristiyan komutasında cihat yapılacağına ilişkin bir buyruk yoktu. Tersine, ‘Kendi dininizden olmayanları veli (dayanak, buyurgan) edinmeyin’ diyordu Tanrı. Maide Suresi’nin 51. Ayet’i böyleydi. Bu buyruğu görmezden gelince böyle olmuştu sonraları.”[7]
***
    Nursi, Kurtuluş Savaşı yıllarında, bu savaşın halifeyi kurtarmak için yapıldığını düşünerek, ancak savaşın sonlarında Ankara’ya gelmiştir (1922). Fakat bu mücadelede, sözüm ona “İslam karşıtı” bir hava sezerek Ankara’dan ayrılıp Van’a gitmiştir.(gönderilmiştir).
    1925’te patlak veren Şeyh Sait İsyanı’yla ilgili görülerek İstiklal Mahkemesi’nce sürgün edilmiştir. Önce Isparta’ya, sonra Kastamonu’ya ve Emirdağ’a, sürülmüştür.
   “HÜR ADAM” DEMOKRAT PARTİ VE ABD ETKİSİNDE
   Said-i Nursi, Isparta’da sürgündeyken Demokrat Parti iktidarı tarafından serbest bırakılmıştır. Kendisine tahsis edilen bir otomobille Demokrat Parti’nin propaganda gezilerine çıkmıştır.
   Said-i Nursi, 1950’lerde Amerikan destekli yerli işbirlikçilerle yeniden parlatılmaya başlanmıştır. Demokrat Parti’nin iktidar olduğu ve “Karşı Devrimin” başladığı o yıllarda Amerikan eksenli tüm politikaları basın yayın yoluyla halka benimsetmeye çalışan gazeteci, yazar Cemal Kutay, Özakıncı’nın deyişiyle: “Said-i Nursi’yi sindiği köşede bulup çıkarıp Amerika’nın izniyle Türk gençliğinin düşünsel önderi olarak parlatılıyordu. Çünkü Amerika, dünya üzerinde eskiden Almanya çıkarına çalışan bütün ajanları toplayıp kendi hizmetine koşmaya başlamıştı. Türkiye’de yapılan buydu” [8]
    Cemal Kutay, Said-i Nursi’yi parlatmak için yazdığı “Çağımızda Bir Asrı Saadet Müslümanı Bediüzzaman Said-i Nursi” adlı kitabında, bir taraftan Said-i Nursi’yi överken,  diğer taraftan Demokrat Parti iktidarının isteği doğrultusunda Said-i Nursi’yi nasıl arayıp bulduğunu, nasıl ortaya çıkartıp nasıl Amerikan isteklerine uygun bir din adamı olarak tanıttığını anlatmaktadır.[9]
   Aynı Cemal Kutay’ın 12 Eylül sonrasının “ateşli Atatürkçülerinden” biri olması da çok düşündürücüdür! 12 Eylülde “içi boşaltılan Atatürkçülüğü” topluma benimsetme görevi de yine Cemal Kutay’a verilmiştir belli ki.
***
    1950’de yoğun bir “dinsel söylemle” iktidara gelen Demokrat Parti’nin ilk politikaları da “din” alanında olmuştur. Demokrat Parti iktidara gelir gelmez, Atatürk döneminde Türkçeleştirilen ezanı, yeniden Arapçalaştırmıştır. Atatürk devrimlerini, “Halka mal olanlar ve olmayanlar” diye ikiye ayıran, milletvekillerine, “Siz isterseniz Hilafeti bile geri getirebilirsiniz” diyen Demokrat Parti lideri Adnan Menderes, 1951’de İzmir’de, Demokrat Parti II. Kongresi’nde, şunları söylemiştir: “Şimdiye kadar baskı altında bulunan dinimizi baskıdan kurtardık. İnkılap softalarının yaygaralarına ehemmiyet vermeyerek ezanı Arapçalaştırdık. Türkiye bir Müslüman devlettir ve Müslüman kalacaktır, Müslümanlığın bütün icaplarını yerine getirecektir.” Menderes’in 1951 yılındaki bu sözleri, Türkiye’nin bugünlere nasıl geldiğinin çok iyi bir göstergesidir. Menderes’in, Müslümana Müslüman propagandası yaparak “oy uğruna” İslam dinini istismar ettiği çok açıktır. Demokrat Parti dönemine kadar İslamın baskı altında olduğunu söylemesi, ezanın Arapçaya çevrilmesini “Müslümanlığa dönüş” diye adlandırması ve Demokrat Parti’yi “İslamın bayrağı” gibi tanımlaması, bugün AKP’nin “din politikalarını” ve “din istismarını” çağrıştırmaktadır. Demek ki, “siyasal İslamcı iktidarların” ortak yönlerinden biri, aradaki zaman farkına rağmen, benzer bir “söylem” kullanmalarıdır.
   O günlerde Menderes’in bu “İslamcı” açıklamalarından etkilenen şair Necip Fazıl ise, “Menderes’in kölesi olmaya hazır olduğunu” söylemiştir:
  “ …Böyle bir sözü söyleyecek başbakanın kölesi olduğumuzu söylemekten şeref duyarız. Tekrar ediyoruz.; partimize, siyasi muhitimize, kabinemize, tezatlarımıza ve hatıra gelen gelmeyen her şeyimize rağmen, en saf ve halis tarafından azat kabul etmez köleliğimizi kabul buyurunuz.”
   Anlaşılan Necip Fazıl, Cumhuriyetin “kulluk” ve “kölelik” düzenine son vermiş olmasından hiç de memnun değildir ve Menderes’e “köle” olmanın hesaplarını yapmaktadır!
   1950’lerin sonunda ekonomik durumun bozulmasına paralel güç kaybeden Demokrat Parti, “İslamı daha çok kullanmaya ve ödünler vermeye başladı. 1957 seçimlerinde dinsel sloganları ağırlıklı kullanırken, Nurcularla da seçim ittifakına girdi. 1958’de ise yine Nurcuların anti-laik propagandalarına göz yumulurken radyodaki dini programlar artırılıyordu…. Başbakan Menderes 19 Ekim 1958’de Emirdağ’da yeşil tuğralı bayrakla ve Said-i Nursi tarafından karşılanmaktan memnuniyet duyuyordu…”[10]
   1958 sonlarında Demokrat Parti lideri Adnan Menderes Said-i Nursi’yi yanına alıp il il dolaştırarak oy toplamaya çalışmıştır.
   1950’lerde sadece Said-i Nursi değil, daha önce Türkiye’deki Hitler örgütlenmesinde görev alan Alman güdümlü Cevat Rıfat Atilhan da Almanya yenilince rotayı Amerika’ya doğrultmuş ve 1950’lerde Amerikan güdümlü İslam çalışmalarına katılmıştır.[11]
  Soğuk savaş döneminde Amerika’nın, kırk yıl önce Almanya için “cihat fetvası” yazan Said-i Nursi gibi İslamcılara çok ihtiyacı vardı. Amerika, bu İslamcıları şimdi de “Amerikan malı cihat fetvası” yazmaları için kullanacaktı.
  Özetle, Said-i Nursi sadece sıradan bir din adamı değildi, o Osmanlı’nın son yıllarında ve Cumhuriyetin ilk yıllarında, yabancı güçlerin “İslamdan yararlanmak için” hep el altında bulundurdukları bir aktördü. Yani “Hür Adam” değil “Güdümlü Adam”dı.
  Cengiz Özakıncı bu geçeği, “Said-i Nursi hem eski Almancı, yeni Amerikancı, hem İslam birliği yandaşı, hem Osmanlıcı, hem Kürt, hem hilafetçi olması bakımından Amerika’nın Bullit tarafından kurallaştırılan soğuk savaş stratejisinin Türkiye’deki kanaat önderi ve ruhani lideri olup çıkmıştır. “ diye ifade etmiştir.[12]
   Onlarca ciltten oluşan Risale-i Nur adlı bir külliyata sahip olan Said-i Nursi, 24 Mart 1960’da Şanlı Urfa’da ölmüştür.[13]
   HÜR ADAMI PARLATMA YARIŞI VE KURTULUŞ SAVAŞI
   1950’lerdeki Said-i Nursi’yi “parlatma” sürecinde, öncelikle Said-i Nursi’nin “Kurtuluş Savaşı’na büyük katkılar yapmış bir din adamı” olduğu iddia edilmiştir. Kurtuluş Savaşı’nın gerçek önderi Mustafa Kemal’in bu savaştaki rolünü azaltmak ve Said-i Nursi’ye bu savaştan paye vermek amacıyla ortaya atılan bu iddia, tamamen “kurmaca” dır. 1950’lerde Türkiye’nin Amerikan çıkarları doğrultusunda İslamlaştırılması projesi çerçevesinde  bu kurmaca tez, zorlama yorumlarla topluma enjekte edilmeye çalışılmıştır.
    Bu “kurmaca” tezi topluma enjekte etme konusunda rahmetli Cemal Kutay’ın büyük rolü olmuştur. Kutay’ın yazdığı Said-i Nursi kitabında anlattığı “belgesiz olayları” zaman içinde  tekrarlayan Said-i Nursi sempatizanı yazarlar, “kurmaca” bir Said-i Nursi Biyagrafisi ortaya çıkarmışlardır.
   Özellikle 12 Eylül 1980’den sonra köklü üniversitelerin İnkılâp Tarihi kürsülerini ele geçiren “Said-i Nursi sempatizanı” akademisyenlerce anlatılan bu kurmaca biyografi, uluslararası bir boyut kazanan Said-i Nursi konferanslarında dile getirilmiştir.
   Said-i Nursi’yi uluslararası alana taşıyan ise Prof Dr. Şerif Mardin olmuştur. Amerikan üniversitelerinde görev yapan Prof Mardin, İngilizce kaleme aldığı Said-i Nursi kitabında Said-i Nursi’yi yakın Türk tarihinin “en önemli figürlerinden biri” olarak anlatmıştır.
  1980 sonrasında Said-i Nursi’yi yeniden parlatma misyonunu yüklenen daha birçok akademisyen vardır. Bunlardan biri de Atatürk’ün üniversite reformuyla kurduğu ve Türkiye’nin en köklü üniversitesi olan İstanbul Üniversitesi’nin Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Türkiye Cumhuriyeti Anabilim Dalı Başkanı Prof Dr. Cezmi Eraslan’dır. Eraslan,1995’te İstanbul’da toplanan Bediüzzaman Said-i Nursi Konferansı’na “Milli Mücadelede Bediüzzaman Said-i Nursi” adlı bir bildiri sunmuştur. Prof Eraslan bildirisinde, “Nursi’nin risaleleri İstanbul Hükümetinin fetvalarına karşı Ankara’yı rahatlattıAtatürk de Nursi’nin mücadelesini gördü ve onu Ankara’ya çağırdı” demiştir.[14] Eraslan ayrıca Hatuvvat-ı Sitte’nin Kurtuluş Savaşı’na psikolojik bir destek sağladığını ileri sürerek uzun uzun bu durumu ayrıntılandırma yoluna gitmiştir.[15] Prof Eraslan, aynı bildirisinde Türk devrim tarihini alt üst etmeye de devam etmiştir.
   19 Mayıs 1919’un Kurtuluş Savaşı’nın ikinci aşaması olduğunu belirten Prof. Eraslan, böylece bir taraftan Said-i Nursi’ye Kurtuluş Savaşı’ndan paye verirken, diğer taraftan da Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’ndaki rolünü azaltmayı amaçlamıştır. Yani bir taşla iki kuş…
   Yakın tarihi tersyüz eden Prof Cezmi Eraslan, adeta ödüllendirilircesine önce Genelkurmay direktifiyle kurulan Stratejik Araştırmalar Merkezi (SAREM) üyeliğine daha sonra da Başbakanlığa bağlı Atatürk Araştırmaları Merkezi’nin başına getirilmiştir.[16]
   SAİD-İ NURSİ’NİN KURTULUŞ SAVAŞI’NA KATKISI MASALI
   1920, 1921 yıllarında Anadolu işgal altındadır. Mustafa Kemal Paşa bir taraftan kelle koltukta halkı örgütlemeye çalışırken, diğer taraftan İstanbul kaynaklı “nifak” hareketlerini etkisizleştirmeye çalışmaktadır. İngiliz destekli Şeyhülislam fetvalarıyla Mustafa Kemal ve silah arkadaşları idama mahkûm edilirken, padişahın da onayıyla kurulan ve işgalci İngiliz istihbaratının desteğiyle eğitilen, saray altınlarıyla finanse edilen ve ulusalcı güçlere acımasızca saldıran Kuva-i İnzibati’ye karşı mücadele edilmektedir.
    Peki, Türk’ün ateşle imtihan edildiği o günlerde Said-i Nursi nerededir?
    Bu sorunun cevabını, 1950’lerde Said-i Nursi ile bizzat görüşen ve 1966 yılında yayınlanan “Gerçek Bediüzzaman Said-i Nursi ve Doktrinleri” adlı bir kitap yazan Seyfi Güzeldere şöyle vermektedir:
   “Molla (Said-i Nursi) İstanbul’a geldiği vakit Mütareke olmuştu. Müslüman-Türk toptan tutsak gitmemek için yer yer birleşip tedbir arıyordu. O hemen, kardeşinin oğlu Abdurrahman’ın Çamlıca’daki köşküne yerleşti. Kitap dediği uyduruk serisini bütünlemeğe başladı. Molla, bu işlerle uğraşırken, Anadolu bağımsızlık savaşının kan ve ateşi içinde idi. Bir dergi, Molla’nın bağımsızlık savaşına katıldığını yazıyor. Doğru değil. O savaşın gazilerinden binlercesi bugün yaşamdadır. Yalnız benim tanıdığım 200 var. Biri diyebilir mi ki bu insan, değil silahla fikir yoluyla olsun bu savaşa katılmıştır.
   Önce kendi diyor ki, ‘Tutsaklıktan döndüm, İstanbul’da üç ay kaldım. 1918’in ortasından 1921’in ortasına gelelim. Sonbaharda ayrıldığını söylüyor. Demek 1922 olmaktadır. O zaman Molla’nın İstanbul’da beklemesinin açık gerekçesi oydu ki; Halife kazanırsa, zaten Halifeli, Türk ulusu kazanırsa Türk ola! Halifenin artık çöktüğünü görünce Ankara’dan geçip Van’a gitmiştir. (1922). (Zöhretunnur, sayfa 57)”[17]
   Said-i Nursi Mütareke dönemde dönemde İstanbul’da Kuva-i Milliye ile alakası olmayan örgütlere katılmıştır. Kürdistan Teali Cemiyeti, Müderrisler Cemiyeti (Teali İslam Cemiyeti), Yeşilay Cemiyeti ve Darül Hikmet’ül İslam gibi örgütlerde yer almıştır. Ancak bu örgütlerin çoğu, Mondros sonrasında, işgalcilere yardım etmek amacıyla kurulan “zararlı cemiyetler”dendir.
    Said-i Nursi, o zor Kurtuluş Savaşı yıllarında İstanbul’da Sunuhat(1920), Hakikat Çekirdekleri(1920), Nokta(1921), Rumuz(1922), İşaret(1922) gibi risaleler (küçük kitaplar)  yayınlamıştır. Nursi, bu eserlerinde Osmanlı’nın çöküşünü “Jön Türklerin İslam’dan uzaklaşmalarına” bağlamıştır.[18]
    İngiliz Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nın Bağdat’tan yazılan gizli raporunda, Kürtleri Türklere karşı kışkırtarak ayaklandırmak amacıyla kurulmuş olan Kürdistan Teali Cemiyeti’nin kurucuları arasında Said-i Kürdi (Nursi)’nin de adı vardır.[19] Bu cemiyetin düzenlediği Koçgiri Ayaklanması, ulusalcı güçleri bir hayli uğraştırmıştır.
    Mondros Mütarekesi’nden sonra Kürtler bağımsız bir devlet kurmak için harekete geçmişler ve bu amaçla Kürdistan Teali Cemiyeti’ni kurmuşlardı. Bu cemiyetin kurucuları arasında Saidi Nursi de bulunmaktadır. Saidi Nursi diğer kurucular olan Müküslü Hamza, Botkili Halil İbrahim Bey’lerle birlikte Kürdistan’ı kurmak amacıyla kurulan bu cemiyete üye kaydetmektedir. Bu cemiyetin kurucuları arasında Bedirhan Emin Ali, Dersimli Miralay Halil Paşa, Ulemadan Hoca Ali, Mehmet Şükrü Sekban, Babanzade Fuat, Babanzade Şükrü gibi isimler de bulunmaktadır. Kürdistan Teali Cemiyeti’ne yönetim kurulu üyesi seçilen bu üyeler işgal güçlerinin ABD, İngiliz ve Fransız komiserlerini ziyaret ederek görüşmelerde bulunmuşlardır. ABD siyasi komiseri ile yapılan görüşmeye Seyyid Abdulkadir, Emir Ali Bedirhan, Mehmet Şükrü’nün yanı sıra, İttihatçıların güçlü zamanında kavmiyetçiliği reddeden daha sonra ise “sıkı bir kavmiyetçi olan” Saidi Nursi de katılmıştır. Nursi ve arkadaşları ABD’li komiserden  “Kürt milli haklarının sağlanması konusunda kendilerine yardımcı olmalarını” istemişlerdir.[20] Yani işgalci komutanı ziyaretin tek amacı “Kürt halkına ve kurulacak Kürt devletine yardımcı” olmalarını istemektir. Yani Saidi Nursi, Kurtuluş Savaşı sırasında işgalci otoriteye, emperyalizme direnmemiş, başkaldırmamış, Kürt halkının hakları konusunda “yabancılardan” isteklerde bulunmuştur.
  Saidi Nursi’nin  işgalci  güçlerin emperyalist amaçlarına karşı çıkmak yerine onlarla “uyum içinde olması” hatta onları Müslümanlar için kurtarıcı olarak görmesine güzel bir örnek de onun şu ifadeleridir:
  “…Küre–i Arz’ın şimdiki en büyük devleti Amerika’nın bütün kuvvetiyle din hakikatlerine taraftar çıkması ve İslamiyetle Asya ve Afrika’nın saadet ve sükunet ve müsamaha bulacağına (barış bulacağına) karar vermesi ve yeni doğan İslam devletlerini okşaması ve teşvik etmesi ve onlarla ittifaka çalışması, kırk beş sene evvel olan müddeayı ispat ediyor, kuvvetli şahit olur.”[21] Saidi Nursi, bu sözlerinde, “Dünyanın şu anki en büyük devleti Amerika’nın  bütün kuvvetiyle dini hakikatlere sahip çıktığını, Amerika’nın, Asya ve Afrika’da İslamiyetle beraber huzur ve saadet geleceğine karar verdiğini, Amerika’nın yeni doğan İslam devletlerini okşadığını ve onlarla ittifak ettiğini” bütün dünyaya ilan ediyor! Saidi Nursi’ye  göre bütün “Müslümanları okşayan Hıristiyan  Amerika”, dünyanın en büyük devleti olarak  aynı zamanda baş otorite idi. Nursi’nin bu sözleri, bugün onun yolundan giden Fethullh Gülen’in sözlerine ve yaşam biçimine nasıl da güzel örnek oluşturuyor…
   Said-i Nursi’nin Kurtuluş Savaşı’nın hazırlık döneminde toplanan ve bağımsızlık için neler yapılması gerektiğini kararlaştıran Erzurum ve Sivas Kongrelerini destekleyici hiçbir girişimi yoktur. Buna karşın Erzurum Kongresi’nin açılışını Müftü Hasan Fahri Efendi yapmış, Erzurum ve Sivas kongrelerine birçok gerçek din adamı katılmış, Kuvayı Milliye Cemiyetlerinin kurucularının neredeyse tamamı gerçek din adamlarından oluşmuştur. Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi, Havzalı İmam Sıtkı Hoca, Amasya Müftüsü Hacı Hafız Tevfik Efendi, Şair Mehmet Akif Ersoy, Ankara Müftüsü, Rıfat Börekçi Hoca vb. daha  çok sayıda gerçek din adamı Kurtuluş Savaşı boyunca hep “Ya istiklal ya ölüm” diyen Mustafa Kemal Atatürk’ün yanında yer almışlardır.Ama “Kurtuluş Savaşı kahramanı” Said-i Nursi o günlerde ortalarda yoktur.
   Said-i Nursi’nin Kurtuluş Savaşı karşısındaki tavrı bu kadar açıkken, bazı çevreler, adeta tarihi tersyüz ederek, Said-i Nursi’nin Kurtuluş Savaşı yıllarında kaleme aldığı bir yazıyı kanıt gösterip, onun Kurtuluş Savaşı’na çok büyük katkı sağladığını iddia etme aymazlığını gösterebilmektedirler.
    HUTUVVAT-I SİTTE’NİN ABARTILAN ROLÜ
   Said-i Nursi, Darül Hikmet-i İslamiye’de görevliyken İstanbul Müftüsü Dürrizade’nin Anadolu’daki ulusalcıları “dinsiz, zındık” ilan eden ve idam edilmelerinin dinen “caiz” olduğunu ileri süren fetvasına karşılık Hutuvvat-ı Sitte adlı bir kitapçık yayınlamıştır. İşte  bazı çevreler, Said-i Nursi’nin ulusal kuvvetlere karşı yapmadığını bırakmayan örgütlerin kurucusu veya yönetim kurulu üyesi olduğunu unutarak, onun kaleme aldığı bu kitapçıkla İstanbul’dan Kuva-i Milliye’ye destek olduğunu iddia etmektedirler!
   Nursi, bugün İslamcıların dört elle sarıldıkları bu kitapçığında sözü dönüp dolaştırıp fetva ilmen geçersizdir” demeye getirmiştir. İstanbul hükümetinin ve işgalci güçlerin her türlü imkânlarını seferber ederek Anadolu’daki Ulusal Hareket’i yok etmeye çalıştığı günlerde Nursi’nin bu “ilmi” açıklamasının Kurtuluş Savaşı’na nasıl bir destek sağladığı, örneğin en basitinden ulusalcılara karşı hangi haince girişimi önlediği belirtilmemiştir.
   Hükümetin idam fetvasına karşı çıkan Nursi’nin -üstelik Kürtler üzerinde bir nüfuz sahibi olduğunu da dikkate alırsak– İngilizlerin İslam dinini kullanarak Kürt aşiretlerini ayaklandırma girişimlerine engel olması, bu yönde yazılar yazması gerekmez miydi? Ama bırakın ayrılıkçı Kürt hareketlerine karşı yazı yazmayı, o bu ayrılıkçılığın odağı olan bir cemiyetin kurucu üyesi olmayı tercih etmiştir.
   Ayrıca, Kurtuluş Savaşı’ndan yana bir Said-i Nursi’nin İngilizler ve İstanbul Hükümeti isteğiyle kurulan ve sayısız yurtseveri zindanlara atıp, işkenceden geçiren Kürt Nemrut Mustafa başkanlığındaki uyduruk mahkemeye de itiraz etmesi gerekmez miydi? Daha da önemlisi bu mahkeme İstanbul’daki tüm vatanseverleri, ulusalcıları toplayıp zindana tıkarken acaba neden yazdığı kitapçıkla ulusalcılara yardım ettiği söylenen Said-i Nursi’yi de tutuklayıp zindana tıkmamıştır? Ancak akıl, mantık yoksunu çevreler bu soruya da kendilerince yanıt vermişlerdir. Şöyle ki: Said-i Nursi kerametini göstererek birden görünmez olmuş ve İngiliz askerlerin arasından geçip gitmiştir![22]
    İSLAMA VE İBADETE ÇAĞRI BİLDİRİLERİ
    Said-i Nursi’yi Kurtuluş Savaşı’na dahil ederek onurlandırma amacıyla kurgulanan tezlerden biri de Said-i Nursi’yi Ankara’ya Atatürk’ün çağırdığı iddiasıdır.[23] İddialara göre Atatürk Nursi’yi 18 defa Ankara’ya çağırmıştır! Ancak bun ayönelik hiçbir belge yoktur. Ayrıca Said-i Nursi’nin Ankara’ya çağrılmasının ve Ankara’da Atatürk’le görüşmesinin sözüm ona Nursi’nin “üstün özellikleriyle” hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü bilindiği gibi Atatürk Kurtuluş Savaşı yıllarında çok sayıda din adamını Meclis çatısı altında toplamış ve onlarla özel görüşmeler yapmıştır. Daha sonra Ankara Müftüsü olacak Rıfat Bey (Börekçi) bu din adamlarından sadece biridir. Ancak Atatürk, kısa süre içinde Said-i Nursi’nin, Ulusal Hareket’in önemini kavrayamamış ve bu harekete destek olabilecek bir yapıda olmadığını da anlamıştır.
   Said-i Kürdi Ankara’ya gelince ne mi yapmıştır? “İslam’a ve İbadete Çağrı” bildirileriyle Meclis’e gelip milletvekillerini namaza çağırmıştır. Oysa ki gerçek bir din adamı olarak Atatürk’ün diğer din adamlarından olduğu gibi ondan da beklentisi, bu zor zamanlarda doğru telkinlerle halkı manevi bakımdan bilinçlendirmesidir. Ancak o adeta Müslüman’a Müslüman propagandası yaparak ve İslam’ın “dinde zorlama yoktur” hükmünü hiçe sayarak, milletvekillerini namaza çağıran bildiriler dağıtmayı kendine görev bilmiştir. Nursi’nin milletvekillerini namaza çağıran bildiriler dağıttığı o günlerde vatansever gerçek din adamları, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinde canla başla Milli Hareket’in örgütlenmesi için çalışmaktadır. Hatta bazı din adamları bizzat cepheye giderek düşmanla vuruşmaktadır. (Örnek din adamlarınca kurulan Demiralay ve Çelikalay)
    Said-i Nursi risalelerinde 11 yerde:
   “Ankara’da Mustafa Kemal’in şiddet ve hiddetle divan-ı riyasete girip: ‘Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin namaza dair şeyler yazdın, içimize ihtilaf verdin.” demekte veiki parmağını ileriye doğru uzatarak Atatürk’e: Paşa, Paşa, İslamiyet’te imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü marduttur” dediğini iddia etmektedir.[24]
   Bu efsane sahne, evet iyi bir film sahnesi olabilir: Düşünsenize, adamın biri, yedi düvele başkaldıran Mustafa Kemal’in karşısına geçip kaşlarını çatarak, “Paşa Paşa…” diyerek Mustafa Kemal’e doğru parmağını  uzatıyor, hatta onu azarlıyor! “Vay be!..” dedirten bir manzara.. Ama hepsi o kadar!. Tamamen “gerçek dışı” olan bu sahnenin “tarihsel hiçbir değeri” yoktur, çünkü bu sahnenin, anlatıcısı Said-i Nursi dışında hiçbir tanığı ve belgesi yoktur.
   Nursi’nin anlatıma göre:
   1.Said-i Nursi’yi yüksek fikirlerinden yararlanmak için Ankara’ya çağıran Atatürk’tür! Oysa ki daha 1920 yılından itibaren Atatürk’ün yanında başta Rıfat Bey olmak üzere Sünni ve Alevi İslam anlayışlarını çok iyi bilen birçok din adamı vardır. Atatürk, Kurtuluş Savaşı sırasında İstanbul kaynaklı fetvaları etkisizleştirmek ve verilen mücadelenin dine uygun olduğunu halka anlatmak için din adamlarına ihtiyaç duymuştur. Nursi’nin Ankara’ya geldiği 1922’de ise Kurtuluş Savaşı sona ermiştir.
   2.Atatürk namaza karşı çıkmıştır! Nursi’nin bu iddiası da kökten yalandır. Atatürk İle Allah Arasında adlı kitabımda bütün belgeleriyle ortaya koyduğum gibi Atatürk hiçbir zaman namaza karşı olmamıştır. Annesi ve yakın dostu Fevzi Paşa başta olmak üzere akrabaları, dostları ve arkadaşları arasında çok sayıda namaz kılan vardır.
   3. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur! Nursi’nin bu yorumunun da İslam diniyle uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü bilindiği gibi İslam dininde namaz kılmamak bir farzı yerine getirmemek demektir ki, bunun anlamı da dinden çıkmak veya hain olmak değil olsa olsa günahkâr olmaktır. Ancak Nursi, haddini aşarak namaz kılmayanın hain olduğunu ileri sürebilmiştir. Onun bu yorumu din dışıdır.
    Said-i Nursi daha sonra da Atatürk’ün, onun kerametinden korkarak kendisinden “özür dilediğini” iddia etmektedir! Ancak onun bu iddialarının kendinden başka hiçbir tanığı yoktur.
   Said-i Nursi Ankara’ya geldiğinde bir “dinsizlik fikriyle” karşılaştığını belirtmekte ve Ankara’dan ayrılmasını sözüm ona bu “dinsiz atmosfere” bağlamaktadır. Ancak Nursi’nin “dinsiz” dediği o meclisin yarıdan fazlası “din adamlarından” oluşmaktadır.
   Said-i Nursi, kendi ifadelerine göre bu “dinsiz atmosferin kaynağı olarak” gördüğü Mustafa Kemal Atatürk’ü de birçok defalar uyarmış, Nurcuların deyişiyle “Atatürk’e ders vermiştir”! Örneğin bir keresinde Atatürk’e, “içindeki şöhret hissini tatmin etmek istiyorsa bunu gayrimüslimleri ve haylaz kimseleri memnun edecek hareketlerle değil de bütün İslam dünyasını memnun edecek hareketlerle yapması gerektiğini söylemiştir.[25] Nursi’nin bu sözleri, onun Atatürk’ü ve verdiği mücadeleyi hiç ama hiç anlamadığını göstermektedir. Çünkü Atatürk öncelikle gayrimüslimlere, “ecnebilere” karşı bir bağımsızlık savaşı vermiştir. İkincisi; işgalci İngiliz subayları ve yerli işbirlikçilerden daha “haylaz” kimse olamayacağına göre ve Atatürk onları da etkisiz hale getirdiğine göre Nursi’nin “haylaz kimseleri memnun etme” demesi de çok anlamsızdır. Ayrıca Atatürk’ün verdiği bağımsızlık mücadelesi tüm İslam dünyasını çok derinden etkilemiş, Hindistanlı Müslümanlar bu mücadeleye destek olabilmek için aralarında para toplayarak göndermişler ve Atatürk’e “Allah’ın kılıcı” unvanını vermişlerdir. Durum böyleyken Nursi’nin tüm bunlardan habersiz, Atatürk’ü, “İslam dünyasını memnun edecek hareketler yap” diye uyarmasının anlamı var mıdır?
   Said-i Nursi Atatürk’ün kendisini daha sonra da Ankara’ya çağırdığını belirtmektedir. Atatürk’ün “Hutuvat-ı Sittesi”ni çok beğenerek onu ödüllendirmek için Ankara’ya çağırdığını iddia eden Nursi, ayrıca Atatürk’ün Doğu illeri genel vaizliği makamına getirmek istediği Şeyh Sünüsi’nin Kürtçe bilmemesinden dolayı Kürtçe bilen Nursi’yi bu makama atamak istediğini ileri sürmüştür. Atatürk bu görev için kendisine 150.000 lira teklif etmesine karşın güya o 5.Şua’daki haberden dolayı bu çağrıyı reddetmiştir.[26]
   Peki, ama ne vardır bu 5. Şua’da?
   NURSİ: “ATATÜRK DECCAL VE SÜFYAN’DIR”
   Said-i Nursi yazılarında açık, gizli şekilde birçok yerde Atatürk’e saldırmıştır.
   Nursi’nin Atatürk’e yönelik saldırıları 5. Şua’yla başlamıştır.
   Said-i Nursi, 1907 yılında yazdığını belirttiği 5.Şua’daki aşağıdaki  ifadelerin Atatürk’ü işaret ettiğini söylemiştir:
   “Ahirzamanda dehşetli bir şahıs sabah kalkar alnında ‘haza kafirün’ yazılmış bulunur’ diye hadis var deyip benden sordular. Dedim: ‘Bir acayip şahıs bu milletin başına geçer ve sabah kalkar başına şapka giyer ve giydirir.’ ‘Bu cevaptan sonra bana sordular.’
“Acaba o zaman onu giyen kâfir olmaz mı?”
‘Dedim:’Şapka başa gelecek, secdeye gitme diyecek; fakat baştaki iman o şapkayı da secdeye getirecek, inşallah Müslüman edecek.’
“Sonra dediler, aynı şahıs bir su içecek, onun eli delinecek ve bu hadise ile SÜFYAN olduğu bilinecek.”
“Ben de cevaben dedim: ‘Bir darbı mesel var. Çok israflı adama eli deliktir denir. (…) İşte o dehşetli adam, bir su olan rakıya müptela olur, onun ile hasta olacak ve kendisi hadsiz israfata girecek, başkalarını da alıştıracak.”[27]
   Nurcuların, Nursi’yi aklamak için, “burada kastedilen Atatürk değildir” demelerine karşılık, onları yine Said-i Nursiyalanlamaktadır. Şöyle ki, Said-i Nursi Redoks’ta, Ankara’ya ikinci kez çağrıldığında neden gitmediğini açıklarken “…Ben Beşinci Şua aslının verdiği haberin bir kısmını orada bir adamda (Atatürk) gördüm. Mecburiyetle o çok ehemmiyetli vazifeleri bıraktım” diyerek 5. Şua’daki “Süfyan”ın Atatürk olduğunu ima etmiş ve “SÜFYAN ve bir İslam DECCALİNİN Mustafa Kemal olduğu Beşinci Şua’da anlaşılıyor”[28] diyerek de açıkça Atatürk’e süfyan ve deccaldemiştir.
   Said-i Nursi’ye göre, Atatürk, “TEK GÖZLÜ DECCAL”dır; SÛFYAN’dır.[29]
   Peki, “Tek gözlü Deccal” nedir?
   “Deccal: Ahir zamanda gelecek ve Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr edip, İslamiyeti yıkmaya çalışacak ve dünyayı fesada verecek olan çok şerli ve mutlak küfür yolunda olan, dehşetli bir şahıs” olarak bilinmektedir.[30]
   Yine Said-i Nursi’ye göre Atatürk, “Nefret-i amme’ye layık adam; İslam’ın en büyük fitne-i diniyelerinden biridir.” Yani, “Halkın nefretine layık adamdır. İslam dinini yıkmaya çalışan kişilerin en büyüğüdür.”[31]
   Nursi, Denizli müdafaasında da açıkça Atatürk’e saldırmış, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’ndaki rolünü azaltmaya çalışmıştır:
   “Bu dehşetli kumandan(Atatürk) deha ve zekâvetiyle ordunun müspet hesanelerini kendine alıp ve kendinin menfi seyyielerini o orduya vererek.(…) Ben kırk sene evvel beyan ettiğim bir hadisin o şahsa vurduğu tokada binaen, sabık mahkemelerimizde bana hücum eden bir müdde-i umumiye (savcıya) dedim. Gerçi onu hadislerin ihbarıyla kırıyorum; fakat ordunun şerefini muhafaza ve büyük hatalardan vikaye ederim. Sen ise bir tek dostun için Kur’an’ın bayraktarı ve âlem-i İslam’ın kahraman kumandanı olan ordunun şerefini kırıyorsun ve hesenelerini hiçe indiriyorsun dedim.”[32]
   “Kahraman ordunun zaferi ve şerefi ona verilemez. Yalnız onun bir hissesi olabilir. Nasıl ki ordunun ganimeti malları, erzakları bir kumandan verilse zulümdür, dehşetli bir haksızlıktır.”[33]
    “Ölmüş gitmiş ve dünyadan ve hükümetten alakası kesilmiş, BİR ADAM hakkında 30 sene evvel bir hadis-i şerifin ihbarıyla KUR’AN’A ZARARLI öyle bir adam çıkacak dediğimi ve sonra Mustafa Kemal’in o adam olduğunu zaman gösterdi.”[34]
    Nursi, açıkça Atatürk’e dost olmadığını da söylemiştir:
   “Evet, çok emarelerle bildik ki; bana hücum edenleri tahrik eden Mustafa Kemal’e itirazımdır ve ona dost olmadığımdır.”[35]
    Ayrıca Said-i Nursi, Atatürk’e cifir hesabını kullanarak da saldırmıştır.[36]
    Şapkayı dinsizliğin sembolü olarak gören ve “350 bin tefsirin işaretiyle tesettüre en uygun kıyafet çarşaftırÇarşaf, kadınların siperi ve kefesidir”[37] diyen ve 11 aya mahkûm olan Said-i Nursi’nin “üniversite kurmak isteyen çağdaş düşünceli bir İslam âlimi olduğu” iddiaları gülünçtür. Onun kurmak istediği, “üniversite adı altında” eğitim öğretim verecek bir medresedir. (Said-i Nursi’nin ‘hurafeciliğine’ de ilerde başka bir yazımda yer vereceğim).
   “…Bu şahsın (Said-i Nursi) yönettiği, körpe beyinlerin karanlık düşüncelerle köreltildiği ışık evlerinde, ‘Atatürk’ün bir gözünün öküz gözü olduğunun’ anlatıldığı herkesçe biliniyor; çünkü Said-i Nursi hazretleri, bir karşılaşmasında Atatürk’ün gözlerinden birini çıkarıp, onun yerine bir öküz gözü taktığını görmüştür! Nursi’ye göre sahtekâr doktorlar da Gazi’nin gözlerinden birinin öküz gözü olduğunu Türk milletinden saklamayı başarmışlardır.”[38]
   “…İfşaatta bulunan iki öğrencinin açıklamalarından öğreniyoruz ki, Fethullah cemaatinde Cumhuriyet’in adı ‘kefere düzeni’, Atatürk’ün adı ise ‘Deccal’dir.”[39]
    İşte anlatılmayan“Hür Adam”!
    Elinizi vicdanınıza koyun ve bu adamın ne kadar “hür” olduğuna siz karar verin!…
   Kurtuluş Savaşı’na “dişe dokunur” hiçbir katkısı olmayan Said-i Nursi’yi “Hür Adam” diye parlatanları, Kurtuluş Savaşı’nın gerçek din adamları, gerçek “Hür Adamları” asla affetmeyeceklerdir. Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi, Amasyalı Hoca Abdurrahman Kamil Efendi, Amasya Müftüsü Hacı Hafız Tevfik Efendi, Konya Mevlevi Dergahı Lideri Abdülhalim Çelebi, Hacı Bektaş Dergahı Postinişi Cemalettin Çelebi, Afyonlu Müderris İsmail Hoca (Çelikalay’ın kurucusu), İspartalı İbrahim Hoca (Demiralay’ın kurucusu), Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi Hoca, İstanbullu Cemal Hoca, Yalvaçlı Ömer Vehbi Hoca, Libyalı Şehy Ahmet Sünisi ve Şair Mehmet Akif gibi daha yüzlerce gerçek “Hür Adam”ı saygıyla ve rahmetle anıyorum.
Sinan Meydan
_______________________
[1] Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Toplumsal Değişme, Bediüzzaman Said Nursi Olayı (Religion and Social Change in Modern Turkey The Case of Bediüzzaman Said-i Nursi), Çev. Metin Çuhaoğlu, s.109.
[2] Bezmi Nusret Kaygusuz, Bir Roman Gibi, İstanbul, 1955.
[3] Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, İstanbul, 20017, s.60.
[4] Mustafa Yıldırım, Meczup Yaratmak, Ankara, 2006, s.73,74.
[5] Cengiz Özakıncı, Türkiye’nin Siyasi İntiharı, Yeni Osmanlı Tuzağı, İstanbul, 2005, s. 39; Necmettin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said-i Nursi, İstanbul, 1979, s.148.
[6] Şahiner, age, s.180,181.
[7] Özakıncı, age, s.58.
[8] Özakıncı, age, s. 145.
[9] Bkz. Cemal Kutay, Çağımızda Bir Asr-ı Saadet Müslümanı: Bediüzzaman Said-i Nursi, Yeni Asya Yay, İstanbul, 1981.
[10] Necip Mirkelamoğlu, Din ve Laiklik, İstanbul,  2000, s. 513; Sinan Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, 4.bs, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2010, s.726-727.
[11] Özakıncı, age, s.146.
[12] Özakıncı, age, s.146.
[13] Abdülbaki Gölpınarlı, 100 Soruda Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar, s.277, 278.
[14] Askere Nur Uzmanı”, Milliyet, 24.Ocak 2002.
[15] Cezmi Eraslan, “Milli Mücadele’de Bediüzzaman Said Nursi”,Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu 3, Yeni Asya Yayınları, İstanbul 1996.
[16] ”Nur Uzmanına Görev Mecliste”, Cumhuriyet, 11 Temmuz 2008,s.7.
[17] Seyfi Güzeldere, Gerçek Bediüzzaman Said-i Nursi ve Doktirnleri, İstanbul, 1966, s.132,133.
[18] Sadık Albayrak, Son Devrin İslam Akademisi Dar’ül Hikmet’ül İslamiye, İstanbul 1973, s.186.
[19] Yıldırım, Meczup Yaratmak,  s.32,33.
[20] Kadri Cemil Paşa, Doza Kürdistan, (Zinar Silopi) Haz. Mehmet Bayrak, Ankara, 1992, s. 57.
[21] Tarihçe– Hayat , 88, Arabi Hutba–i Şamiye Eserini tercümesi / Birinci Kelime / Haşiye, İçtima–i Reçeteler II/101.
[22] Necmettin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said-i Nursi, İstanbul, 1979 s.233,234.
[23] Burhan Bozgeyik, Mustafa Kemal’e Karşı Çıkanlar, İstanbul, 1996, s.275-277.
[24] Bozgeyik, age, s.280.
[25] Mektubat, s.426,427.
[26] Şualar, Redoks, s.359.
[27] Beşinci Şua.
[28] Şualar, Redoks, s.417.
[29] Neda Armaner, İslam Dininden Ayrılan Cereyanlar, s. 34.
[30] Osmanlıca-Türkçe Büyük Ansiklopedik Lügat, s.342.
[31] Alparslan Işıklı, Said Nursi, Fethullah Gülen ve Laik Sempatizanları, Ankara, 1994, s. 24.
[32] Şualar, s.319.
[33] Şualar, s.300,302.
[34] Emirdağ Lahikası, C.I, s. 279.
[35] age, s.280.
[36] Diyanet işleri Başkanlığı’nın hazırlattığı “Nurculuk” kitabından, s. 19,
[37] Bozgeyik, a.g.e, s.294
[38] İlker Sarıer, “Hoşgörü Abidesinin Yıkılışı”, Sabah Gazetesi, 21 Haziran 1999..
[39] Işıklı, a.g.e, s.76

Yorum Gönder

0 Yorumlar