Anadolu Alevileri yurt tutuyor…
Selçuklular’ın Fars etkisinde kalmasına tepki göstererek, Anadolu’ya göçen Oğuz boyları Anadolu Selçuklu Devleti’ni kurdu. Dil ve kültürlerini “egemen” hale getirmeleri ise ancak “Beylikler” aracılığıyla oldu Bir Oğuz geleneği olan fetihten sonra toy düzenlenmesi Selçuklu döneminde yaşatıldı ( Camiü’t – Tevarih ) Anadolu Aleviliği’nin yerleşmeye başladığı Selçuklular döneminde iki büyük kırılma yaşandı. İlki Selçuk Bey’in ölümünden sonra devletin başına geçen büyük oğlu Arslan Yabgu’nun ölmesinden sonra Kutalmış’ın değil de, kardeş çocukları Tuğrul ve Çağrı Bey’lerin idareyi ele almasına tepki gösteren Türkmenlerin kopuşu, ikincisi de devletin İranileşmesi.
İlk Türkmen ayrılıkları Kendilerinden kopan Türkmen grupların Anadolu’ya göçünü önlemek isteyen Tuğrul Bey ulema ve halkın saygı gösterdiği sufi dervişlerden yardım istedi. (Bu dervişlerin etkisi bugünkü Anadolu Alevileri’nin de hem fiziki görünümlerine, hem de ritüellerine yansımış durumdadır.) Ancak hakimiyetin Türk töresiyle örtüşmediğine inanan Türkmenler, çoktan Anadolu’yu yurt edinmeye başlamıştı.
Türkmen göçünü önleyemeyen Tuğrul Bey, siyaseten halifeyle yakınlaşarak, kendi askeri gücüne karşılık, onun İran’daki Sünni-Şafii halk üzerindeki nüfuzunu kullanmaya talip oldu. Nitekim Bağdat’a girdikten sonra, halife, hakimiyet sembolü olan kılıcını Tuğrul Bey’e verdi ve sultanın kendisinden üstün olduğunu kabul etti. Aydınlar yine karanlık Bu dönemde Selçuklu devletindeki en göze batan olgu “süratli İranileşme” oldu. Türkmenler devlet sisteminden dışlandı ve bürokrasi yabancı unsurlara emanet edildi. Bu “tecrübeli” Fars bürokratlardan en ünlüsü Nizamülmülk’tü. Kimliksizleşme o dereceye varmıştı ki, devleti yönetenler soylarının Oğuz Han’a dayandığını inkara başladı.
İşte Mehmet Fuat Köprülü’nün deyişiyle “halktan ve halka ait şeylerden ayrılmayı kendilerine şeref bilen” kişilerin “aydın” kisvesine büründüğü bu dönem Türkmenler’le, Türkmen devleti arasındaki bağın kopmasıyla son buldu Köleliğe layık gördü Nizmülmülk ünlü Siyasetname’sinde devletin kendi halkına bakışını şu ibretlik cümlelerle özetler: “Türkmenlerden her ne kadar bıkkınlık gelmişse de sayıları fazla olduğundan ve devletin kuruluşunda çok hizmet ederek, sıkıntı çektiklerinden hepsi akrabadır, devlet üzerinde hakları vardır. Çocuklarından bir kişinin ismi tespit edilerek devamlı meşgul olması için sarayın 1000 kölesinin silah ve hizmet öğrenimi ona verilmelidir. Böylece insanlarla birlikte otururlar, gönülleri ısınır ve köleler gibi hizmet de ederler.
Neticede yaradılışlarında mevcut olan nefret ortadan kalkar. İhtiyaç hasıl olduğu zaman işaret edildiği an 5 bin 10 bin atlarına binip köleler gibi techizatlanarak hizmete koşarlar.” İşte İran’lı vezire emanet edilen devletin, Türkmenler’in ülkelerine kanlarını ısındırma formülü budur: Köleleştirmek! Fethetti; girmeden döndü Nizamülmülk’ün Alparaslan dönemiyle ilgili en büyük eleştirisi ne tesadüftür ki “Ehlibeyt soyundan gelenlere duyulan güven”le ilgiliydi. Nizamülmülk’ün ifadelerine bakılırsa, hemen her alanda etki altına alınan devletin Aleviler’le gönül bağı koparılamamış olması, elçilik, valilik gibi görevlerin seyyidlere verilmesi engellenememişti. Alparaslan’ın halife ile ilişkileri de oldukça zayıftı. Türkmenler arasındaki bu kopuşun en çarpıcı örneklerinden biri, Jean-Paul Roux’un “Alparslan’ın, istese tüm küçük Asya’yı hiç kan dökmeden ele geçirebilecekken”neden Anadolu’ya girmek yerine, doğuya, Rey’e döndüğü sorusuna verdiği yanıttı. Bu yanıt, doğrudan Anadolu’ya yerleşmiş olan “muhalif Türkmenler”i işaret ediyordu. Ve onların eliyle kurulan Anadolu Selçuklu devleti de “kardeş” değil, “alternatif” bir yapının ifadesiydi. Anadolu Alevi devleti Claude Cahen Anadolu Selçuklu Devleti’nin halkının “yeni camileri, bilginleri ve Arapçası olmayan bir Müslümanlık”a sahip olduğunu yazar. Türk kültür ve geleneklerini koruyan, yerleştikleri yerlere Türkçe adlar veren bu kitlelerin kaderi tekerrürden ibaret olacaktı. İran’ın Şafii medreselerinde yetişen bürokratlar kısa sürede Anadolu Selçuklu Sarayını ele geçirdi.
İşte “Hunhar Türkler, köpek ve kurt gibidirler, ellerine fırsat geçerse yağmayı ganimet bilirler fakat düşman kuvvetli gelince kaçarlar” diyen Türk asıllı(! (tarihçisi Aksaraylı Kerimeddin Mahmud gibiler bu dönemde türedi. Aynı dönem Türkçe’nin bırakın resmi dili, bilim ve edebiyat dili olarak dahi kullanılmadığı Celaleddin Rumi’lerin Farsça yazdığı, Selçuklu sultanlarının Keyhüsrev, Keykavus, Keykubat gibi Farsça isimler alışına denk gelir. Şafiilik ve Sünnilik Anadolu’ya bu dönemde girdi. Ancak yönetici zümre ve kentli kesimden kopuk yaşayan Türkmenlere sirayet etmedi. Çünkü hayvancılık ve çiftçilikle uğraşan, bugün Tahtacı olarak bilinen kesimler gibi ormancılık ve odunculuk yapan Türkmenler merkezden uzak köylerde, yaylalarda ormanlıklarda yaşamayı seçmişti. Bizans etkisi de var I.Kılıçarslan’ın Bizanslı İzabella ile evlenmesiyle önü açılan süreçte, saraya gelen Rum ve Gürcü kızlarına ek olarak Anadolu Selçuklu Ordusu da Ermeni, Gürcü, İranlı ve Franklar’a emanet edildi. Devletin tepesindeki bu kimliksizleşmeyle tezat biçimde, Haçlı Seferleri ile Anadolu’ya gelen Avrupalılar karşılaştıkları Türkmenler’in yaşam tarzına bakarak burayı “Turchıa” olarak anmaya başladı. Saltanat ve sultana yakın olmak için verilen saray bürokrasisi mücadelelerinin yıprattığı Anadolu Selçuklu Devleti, Moğollar’a verilen vergiler ve Fars siyasetçilerin yolsuzluklarıyla dara girdi. Ne acıdır ki bu durumun bedeli de Türkmenler’e ödetilmek istendi ve halka ağır bir vergi zulmü uygulandı.
Yönetici zümreye karşı aidiyet duygusunu kaybetmiş olan Türkmen kitleler de böylelikle harekete geçme kararı aldı.. Türkmenlerin en büyük eseri Selçuklu sultanları, İran’ı Türkleştiremediler. Tam tersine, İranlaştılar… Öte yandan, Türkmenler Anadolu’yu gerçek anlamı ile Türkleştirdiler. İşte Türkmenlerin Konya sultanlarından Osmanlılar ve Atatürk zamanına değin ulaşan ve Türk tarihini yaratan eserleri budur. O halde, Türk olarak tarih sahnesinde kalabilmeyi başaran halktır. Ama bu halk yoksullaştırılmıştır, horlanmıştır. Ve artık nizamı ihlal edici unsur haline gelmiştir. Rene Grousset Kimlik şuuru her zaman vardı “Türkmen sorunu” denen şeyin, gerçekte “devlet düzenine ayak uyduramayan, geri kabilelerin ortaya çıkardığı bir sorun” olduğu tezini savunan ve “Ortada Türk olmak ya da olmamak, kökenine yabancılaşmak diye bir sorun yoktur. Kaldı ki ulus kavramı da bu dönemde bilinmemektedir.
Çok uluslu bir devlette ve hele bir imparatorlukta yönetim kadrolarında Türkler dışında kalan kişilerin bulunmasından ve başka kültürlerden yararlanmadan, giderek bir sentez oluşturmadan daha doğal bir şey olamaz. Bu gerçekleri yok saymak, ayakları yere basmayan romantik bir ulusçuluktan başka bir şey değildir” diyenlere karşı Prof.Çetin Yetkin, daha önce de andığımız İktidara Karşı Türk Direniş ve Devrimleri adlı kitabında şu cevabı verir: “Oğuzların devlet düzenine uymadıkları için ” Türkmen sorunu “nun ortaya çıkmış olduğu yargısı elbette doğrudur ama onlar bu devlet düzeni ileri bir aşama olduğu ve bu nedenle de ona ayak uyduramadıkları için değil, yabancılarla ortak, kozmopolit yapıda bir sömürü düzeni olduğu için ona karşı gelmişlerdir. Türkleri ”hunhar ve köpek“ olarak niteleyen Aksaraylı Kerimeddin Mahmut, içinde bu sözlerin geçtiği kitabını Selçuklu sultanına sunarken ve sultan da ona ihsanda bulunurken, ben de bu devlete ”Türk devleti“ diyemem. Dahası o tarihlerde de Arap, Arap; Fars, Fars, Türk de Türk olduğunu pekala bilmektedir.
Kaşgarlı Mahmud’un 1074’te bitirdiği Divanü Lügat-it Türk’te, Türk’ten ve Türkçe’den söz ettiğini kim nasıl görmezlikten gelebilir? Karamanoğlu Mehmet Bey’in Türkçe’yi, devletin o ana değin resmi dili Farsça olduğu için, resmi dil yapmış olması çok şey açıklamıyor mu? Daha sonraları Ebülgazi Bahadır Han boşuna söylememiş: Selçuklu Türkmen bolub, karıntaşımız teyip, ülke ve halkına faidesi tigmedi.” (Çetin YETKİN)
0 Yorumlar