Subscribe Us

header ads

10 | Her Masal Mutlu Bitmez…

Her masal mutlu bitmez…
Osmanlı, Türkler’e özgü sembol ve ritüellerle kuruldu. ‘Anadolu’nun göbeğinde zuhur eden Orta Asyalılar’ görünümüne sahip bir devlette Türkmenlerin “reaya” kalmaya mahkum edilmesinin trajik bir hikayesi var
1. Murat zamanında kurulan Yeniçeri Ocağı devşirilen Hıristiyan gençleri Osmanlı adına savaşa hazırlıyordu.
Dinlemeye doyamadığımız bir hikayeyle başlayalım bugün:
Tarihçiler, Osman Bey’in adının, Türkçe “Ataman”ın söylenişi olan Utman veya Otman olduğu üzerinde dururlar… Osman’ın “beyliği” kerametini, Türk mitolojisinin önemi iki kültü “ay/kutsal ışık” ve “hayat ağacı”  ile bildiren bir rüyaya bağlanır.
Osmanlı’nın “devletin kurucusu” sayılacak yeni Bey’i hükümdarlığını ilan ettiğinde, onu kutlamaya gelenler, önünde diz çöküp, elleriyle sunduğu kımızdan içmişlerdir ki bu da bir Oğuz töresidir.
Zaten Türkistan’ı andıran “çıbın”ı (kaftan), “çağatayi tarzdaki horasani tac” ı, “kızıl börk”ü ile o gerçek bir Oğuz Bey’i olmalıdır. Asi halde, önceki Türk devletlerinde yabancılaşmanın en ağır bedellerini ödeyen dervişler, gaziler, kadınlar ve ahilerin etrafında kenetlenmelerinin, adını ve devletinin düzenini yayma çabalarının nasıl bir izahı olabilir?
Orhan Bey de tıpkı babası gibi “Türk milli töre ve yasası çerçevesinde” kalmış ve devlet idaresini bu çerçevede sistemleştirir…
Türk gibi öldüler
Ahilik kuşağı bağlatıp mezhebe giren 1. Murat’tan da farklı bir tavır beklemek zor.
Balım Sultan’ı himaye ederek, Bektaşiliğin kurumsallaşmasını sağlayan Yıldırım Beyazıt “Orta Asya ananelerine sadık kalma” işini öyle abartmıştır ki, İlhanlılar’ı emsal alışına pek içerleyen Kadı Burhaneddin onu “ilim ve faziletten mahrum sade bir Moğol oğlu” olarak tanımlamıştır.
Cem Sultan’ın oğlunun adının Oğuz Han olduğunu duyan kim Osmanlı’nın sarayının “Türk Kimliği”nden kopuk olduğunu iddia edebilir ki!
Saray töresine o denli bağlı idi ki, ölen şehzadeler, İslamiyet öncesi Türk geleneklerindeki gibi yayları naaşlarının üzerine konularak ve kuyrukları kesilen atlarıyla birlikte defnediliyordu. Bu anlamda bir Hun kurganı ile Karacaahmet’teki at mezarları arasında anlayış bakımından fark bulunmaz! Demek ki derinine indiğimizde sarayın Türk gibi yaşatamadığını gördüğümüz mensuplarını, en azından Türk gibi öldürdüğünü anlamış olduk…
Fethe giderken fethedildiler
Yazının burasında artık “madem öyle neden böyle” demenin zamanı geldi. Türk kimliğine ait bunca sembolle donanmış olan bir yönetime rağmen nasıl oldu da “Osmanlı” diye, yazık ki içinde “Türk”ü barındırmayan Fuad Köprülü’nün ifadesiyle “Sadece devlet hizmetinde bulunan ve devlet bütçesinden geçinen, hakim ve müdir sınıfı” kapsayan yeni bir “üst kimlik” oluşturuldu. Ve niye Türk “devlete hizmet eden, devletten geçimini sağlayan”  bu egemen sınıfa dahil olmakta zorlandı ve “reaya” olarak kaldı?
İsterseniz bu sefer tümdengelim yapalım ve Prof. Dr. Taner Timur’un “Osmanlı Toplumsal Düzeni” adlı çalışmasındaki tespitini ortaya koyarak başlayalım:
“Osmanlılar Balkanlar’ı fethederken, Balkan aristokrasisi de Osmanlı devletini fethetmektedir.”
İznik’li ilk Osmanlılar
Hep söylendiği gibi “Anadolu’nun fethi”, Malazgirt ile “resmen” giriş yaptığımız doğudan değil, batıdan İznik’ten başlar. İlk “Osmanlılar” herhalde İznik’in yeni devlete “katılması” sırasında, buradaki Bizanslı kadınlarla evlenen gazilerin çocukları olmalıdır.
“Kendini sevdirme” stratejisiyle girdiği Rumeli ve Balkanlar’ı topraklarına kattıktan sonra, “iyi niyet” gösterisi olarak buralardaki aristokratları tımar sahibi yapan Osmanlı, onları sosyal statülerinde bir değişiklik olmaksızın, bir nevi yatay geçişle kendi bünyesine nakletmiştir. Bu nakilin doğal sonucu, başta Köprülü’nün Osmanlı tanımında belirttiğimiz gibi, yeni devletin egemen güçlerinin ilk halkasının Bizanslılar olmasını sağlamıştır.
Onu İslamiyet’e geçtikten sonra hem devlet içinde hızla yükselen, hem de büyük servet sahibi olan Evrenos Bey veya Mihail gibi Rum devşirmesi vezirler takip edecektir. Venedikli amiraller, Sırp ve Makedon askerler… Hepsi Osmanlı seçkinleridir artık.
Menfaat kardeşliği
Yabancı unsurların seri  biçimde Osmanlılaşmasında Halil İnalcık’a göre “tımar vaadinin cazibesi” etkili olmuştur. Yani sistemin temelleri “sadakat” değil “menfaat” esasına bağlanarak atılmıştır.
İnalcık, Fatih Devi Üzerine Tetkikler ve Vesikalar’ında, Orhan Bey döneminde “tutsak” düşmüş Selanik Başpsikoposu Gregory Palamas’ın “ulema ile yaptığı din münazaraları!”nda şu ortak noktaya varıldığından bahseder:
“Bir zaman gelecek ki hepimiz fikirlerimizde birleşeceğiz.”
Bu birleşme pek kısa bir zaman sonra sağlanmıştır da.
Fatih dönemine gelinip, İstanbul ele geçirildiğinde, “mağlup olan ancak mağdur olmayan Bizanslılar” memnundur.
“Bizans ileri gelenlerinin, çoluk çocukları ile ev bark sahibi olmasına çalışan” Fatih şüphe yok ki “Romalılar imparatoru” dur. Ve “Roma imparatorluğunun merkezi de hala İstanbul” dur.(Yorgi Trapezuntis) Simeon’un seyahatnamesinde “Rumlar’ın elinde bulunduğu dönemde şehre bezirgan olarak bile giremezlerdi” dediği Ermeniler memnundur.
İstanbul’un yeni sakini olmak üzere davet edilmiş, kiliseleri, patrikhaneleri ile kendi cemaatleri içinde “huzurlu” bir hayat yaşamaya başlamışlardır.
Evlerine bile göz diktiler
Devletin insan unsurunun, kozmopolit bir yapıda şekillendirildiği, Osmanlı’nın bir kimlik olarak iyice belirginleştiği bu dönemde Türkler nerelerdedir diyecek olursanız;
Onların da bir kısmı “davet”le, İstanbul’un nüfusunu arttırmak üzere bu şehirdedir. Ancak kendilerini Rumlar veya Ermeniler kadar “emin” hissettiklerini söylemek zordur.
Devletin kurucusu ve asli unsurları olarak bırakın “hak” sahibi olmayı, Rum Mehmet Paşa’nın çıkarttığı kanunla, İstanbul’da kendilerine verilen evlerin bile sahibi olamamışlardır.
Bu dönemden sonra Osmanlı sarayında artık Türk kökenli veziriazam bulmak mümkün olmayacak, bu da Türkmenler’e yönelik her türlü negatif ayrımcılık ile azınlıkları “devlet içinde devlet”e dönüşmesini sağlayacak her türlü pozitif ayrımcılık politikasının  uygulanmasına zemin sağlayacaktır.
Prof. Dr. Yavuz Ercan bu konuyla ilgili olarak yabancı unsurların “Her türlü tehlike ve gelir getirmeyen görevden korunduğunu” kaydeder.
Seferlerde yüksek gelir getiren dirliklerin yalnızca devşirmelere verilmesi ve Türklerin evden sonra toprak sahibi olmalarının da yasalarla engellenmesi, ucu Türkmen ayaklanmalarına varacak tarihi bir tekerrürün en önemli işaret fişeğidir.
Hristiyan ordular Anadolu’da
Bütün bu süreçteki en talihsiz gelişme ise Osmanlı’nın “Anadolu’yu fethe” kalkışması sırasında yaşanır. Balkanlar’a hoşgörü ile, yerleşik inançların ve yaşam tarzının korunmasına azami gayret göstererek “hristiyanlığı himaye eden bir cihat anlayışı!” ile giren Osmanlı yönetimi’nin, zaten Türkleşmiş olan ve Türkmenler’in yaşadığı Anadolu’yu “feth etmeye” yeltenmesi bile trajiktir. Ki bu bir niyet olarak kalmamış, devlet binlerce devşirme askeri ile girmiştir Anadolu’ya!
Paul Wittek bu dönemle ilgili gözlemini şöyle aktarır:
“…cebir politikası Osmanlı hükümdarlarının, Gaziler Sultanı sıfatını gittikçe karartmakta idi. Beyazıd, bu harpleri muhtedi Hristiyanlar’dan mürekkep yeniçerileriyle ve Sırplar, Yunanlılar gibi Hristiyan vassallarının gönderdikleri kuvvetlerle yapmak zorunda kaldı. Şu halde bu seferlerde o Müslümanlara karşı kafirleri sevketmiş oluyordu ki bu da bütün tebaası üzerinde fena bir tesir uyandırmaktan hali kalamazdı.”
Türk kimliğinin törpülenme ve yerine Osmanlı kimliğinin ikame süreci işte bu manzara içerisinde yaşandı.
‘Hayvan biçiminde insana benzer kişiler’
Şahkulu Cemevinin duvarında Hz. Ali ve Hacı Bektaşi Veli ile birlikte Atatürk resmi de var.
Osmanlı saray tarihçileri, Şahkulu Ayaklanması’nı ya “Safevi tahriği”ne, ya da “mezhep çatışması”na bağlama eğilimindedir.
Türkleri “her biri insan biçiminde hayvana benzer kişiler” olarak tanımlayan Hoca Saadettin Efendi’ye göre isyan etmişlerdir, çünkü;
“Ol diyarda yaşayan Türklerin varlıkları doğuştan yaramaz olup, huzursuzluk da onların aşağılık yapılarında ikinci bir huy gibidir.”
Faruk Sümer ise, 50 bin kişinin ölümüyle sonuçlanan ayaklanmanın “tımarları ellerinden alınmış sipahilerle, Teke dağlarının yoksul köylülerince” başlatıldığını savunur. Şahkulu Ayaklanması’yla ilgili Divan’a sunulmak üzere hazırlanan raporda olayların gelişimi şöyle anlatılır:
“Çağırub söylerlermiş ki: Bir dahi tımar satarlar mı? Tımarlarımızı satun alı alı cemi rızkımız tükendi. Tımar almağa deve gerek, mal gerektir.
Yoldaşa tımar yoktur. Nerede etrak taifesi varsa, bezirganoğulları varsa, kadı oğulları, mütevelli oğulları varsa cümlesi ehli tımar oldu. Görüsnler, imi tımarı namahalle verüb sipahi taifesini zulmetmekten ne fitneler zahir olsa gerektir.”

Yorum Gönder

0 Yorumlar