Subscribe Us

header ads

Tarikat İçinde Niyaz, Secde ve Dâra Durmak

Niyaz (<__/), kelime olarak yalvarmak anlamına gelmekte olup tasavvufta su terimsel anlamlara gelir: Yalvarmak, tazarru etmek; mürşidin karsısında durup ayak mühürlemek (bas kesmek); bir yere girerken bas kesmek ve esiği öpmek; niyaz ederim sözüyle selam yollamak; verilen para veya armağan.(91)
Kızılbaşlıkta Batınilik-yoğun yorumlardan biri de niyaz ve secde konusunda kendini göstermektedir. “Cem ayinleri sırasında dedeye ya da pire yapılan niyaz ve secdenin gerçek mahiyeti nedir?” diye bir soru sorduğunuzda genellikle “Alevilikte benim kıblem insandır,” anlayışından dolayı böyle olduğu cevabını alırsınız. Buyruklara baktığımızda bu anlayışın temelinin Hz. Âdem’in yaratılısına kadar götürüldüğünü ve “meleklerin Âdem’e secde etmesi” olayıyla ilişkilendirilerek, insana yapılan secdenin gerçekte Allah’a yapıldığı tespitinin ortaya konduğunu görürüz. Çünkü Allah, kendini insanın kalbine gizlemiştir ve insana secde edildiğinde gerçekte Allah’a secde edilmiş olmaktadır.
Şeyh Safi Buyruklarında niyaz, tarikat içinde kişinin basını, canını ve malını yola feda etmesi olarak tanımlanmıştır.(92) İmam Cafer Buyruğunda ise niyazın terim anlamına uygun bir şekilde uygulaması anlatılmıştır. Buna göre niyaz; ellere, ağza ve gözlere yüz sürmek olarak tarif edilmiş, ayrıca mümin ve Müslim (bayanlar/bacılar) erenlerin pir yanında çignilerine veya dizlerine niyaz etmelerinin de erkân olduğu söylenmiştir. Ancak bakire kızlar ve bekâr (mücerret) erkeklen niyazlaşmaları doğru değildir. Talip, sufi pirlerin ve meşayıhın isimleri geçtiğinde niyaz etmelidir; çünkü bu, üstadın, halifenin ve evlad-ı âl-i resulün sır nefesidir.(93)
Şeyh Safi Buyruklarında secde su şekilde betimlenmektedir: Yüce Allah, Hz. Âdem’in kalbini kendi kudret eli ile yoğurmuş, daha sonra meleklere “Âdem’e secde edin!” demiştir. Secde emrini verdiği zaman Allah, Hz. Âdem’in kalbinde olduğu için melekler Hz. Âdem’e secde etmişlerdir. Ancak onlar gerçekte Âdem’e değil, Yüce Allah’a secde etmişlerdir. Ancak Allah’ın kendini Âdem’in kalbinde sakladığını bilmeyen Şeytan “yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu”(94), hâlbuki “Hak’tan başkasına secde etmenin küfür olduğunu,”(95) bilmedi. Ardından “İste onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İste asıl gafiller onlardır”(96) ayetleri zikredilerek böyle olanların Hakkı batıldan ayıramadıkları, Âdem’e secde etmedikleri, namaz ve zekât ehli olmadıkları, Hak Teâlâ’nın esrarını taakkul ve teemmül etmeyip hayvan gibi yiyip içmekten başka bir şey bilmedikleri söylenerek “Onlar, dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Ahiretten ise, onlar tamamen gafildirler,”(97) ayetiyle konu bitirilir.(98)
imam Cafer Buyruğunda da, “secdenin korkudan mı yoksa birinden bir sey ummak için mi yapıldığı,” sorusuna cevap verilirken; Yüce Allah’ın Âdem’i kendi eliyle yaratmasından ve  meleklerin ona secde etmesinden bahsedilirek anlatılır. Bütün melekler “Âdem’e secde edin!” emrini yerine getirmisken Ceberut adlı bir melek secde emrini yerine getirmeyerek lanet tasmasını boynuna dolamıs ve _blis-i laîn olmustur. Gerçekte meleklerin secde ettigi Âdem’in kendisi degil, kendini Âdem’in içinde gizleyen Hak Teâlâ’dır, o yüzden de secde etmek ibadet olmustur. Bu bakımdan kisi niyaz ve secde ettiginde ne isteyecekse Hak’ta istemelidir, nefsi için secde ve niyaz eden mutlak kâfir olur.99 Yine sufiligin faziletleri anlatılırken, Cenab-ı Hakk’ın birbiriyle sohbet eden sufi kullarını meleklerine övdügünü ve onların güruh-ı nâciden olup baskaları gibi tasa, topraga ve agaca degil kendilerinde O’nu görüp birbirlerine dolayısıyla da Allah’a secde ettiklerini söyler.100  Ayrıca secde etmek hemen teslim olmaktır. “Basımı yoluna koydum, benim degil senindir,” demektir. Çünkü meydana/ceme gelen kisi basını top yapıp üstadına al demekte, teslim olmaktadır. Ancak talip her zaman edep üzere olmalıdır, aksi takdirde secdesi tam olmus olmaz.101
Alevilik ve Bektasilikte oldugu gibi Mevlevilikte de niyaz ve secde olayı vardır. Mevlevi, ihvan meclisine girince meclisteki büyükle görüsüp, kendisine layık ve münasip yere oturduktan sonra meclisin büyügü, kendisine “ask olsun” der. Beraberce yere kapanıp niyaz ederek yeri öperler. Buna secde-i niyaz denir, bu ibadet secdesi degildir. Mevlevi, cami veya mescitte namaza kalkarken yere kapanıp öper; bu da, Hakk’ın basarı ihsan etmesine karşılık bir secde-i şükürdür.102
Dâr (__.) hem Arapça hem de Farsça asıllı bir kelime olup Arapçada fiil anlamı; dönmek, dolaşmak, deveran etmek; isim anlamı ise evdir. Farsça olarak ise ağaç ve meydan anlamlarına gelmektedir. Şemsettin Sâmi, dâr kelimesinin her iki dildeki anlamıyla ilgili ayrıntılı açıklama yapmıştır. Buna göre, dâr kelimesi Arapçada su anlamlara gelmektedir: Büyük ev, birkaç daireyi içeren mesken; mahal, mekân, makam: dâr-ı dünya, dâr-ı âhiret, dâru’l-eman, dâru’l-harb, daru’l- hilâfe, dâru’s-selâm, dâru’l-funûn gibi. Aynı kelime Farsçada ise isim olarak idama mahkûm olanları asmak için dikilen direk, darağacı anlamına gelmekte iken fiil olarak ise dâsten (_       ش_. ( kökünden ism-i masdar olarak tutan, sahip ve mâlik anlamlarına gelir; defterdâr (defter tutan), hazinedâr (hazineci), mâldâr (mal sahibi, zengin) gibi.(103)
Alevilikte ise dâr, ağaç ve meydan anlamlarına paralel olarak; talibin cemde meydana çıkıp durması anlamına gelmektedir. Ayak mühürlemek ve peymançeye durmak olarak da ifade edilen bu duruşta talip sağ ayak başparmağını sol ayak basparmagı üzerine koyarak mühürler, sağ elini kalbinin üzerine koyarak bası egik bir vaziyette bekler.104 Buyruklarda daha dâr diye yalın bir şekilde atıfta bulunulmasına rağmen bazı Buyruklarda dört tarihsel kişiye nispetle dört dârdan bahsedilir; Dâr-ı Fâtıma, Dâr-ı Mansur, Dâr-ı Fazlı ve Dâr-ı Nesimi. Hz. Ali’nin esi Hz. Fâtıma’ya nispet edilen Dâr-ı Fâtıma, ayak mühürlemek olarak da ifade edilen durusu simgeler ve esasen imam Hüseyin’den kalmıştır. Söyle ki; bir gün İmam Hasan ile İmam Hüseyin birlikteyken Sultan-ı Enbiya Hz. Muhammed (s.a.v.) hazretleri su ister, İmam Hüseyin daha atik olduğu için hemen davranınca sol ayak parmağını tasa vurup kanatır. Hz. Muhammed’e su verince dedesinden hayâ ettiğinden dolayı sağ ayağını sol ayağını üstüne koyarak verir. Bu, yoldaki erenlere ayak mühürlemek olarak yadigâr kalmıştır. Dâr-ı Mansur; ağaca (dâr) asılır gibi doğru bir şekilde pir huzurunda el sallandırarak durmaktır. Burada adı geçen Mansur, ene’l-hakk vb. düşüncelerinden dolayı asılarak idam edilen Hüseyin b. Mansur el-Hallac (ö.309/922)’tır. Buyruklarda yalın olarak ifade edilmesinden sonra adı en çok geçen dâr sekli bu olup bu duruşta talibin yolda Mansur gibi canını vermeye ve kendini sorgulamaya hazır olduğu mesajı vardır. Dâr-ı Fazlı; “ask ola!” denildiğinde secdeye varmaktır. Hz. Fazlı, yüzü üstü bıçağa bırakılmıştı, bu demektir ki bıçak Fazlı gibi ciğerimdedir. Burada adı geçen Fazlı, Hurufiliğin kurucusu Fazlullah Esterabâdi (ö.796/1394)’dir. Dâr-ı Nesimi ise Fazlullah’ın Hurufiligi şiirleriyle Anadolu’da yayan halifelerinden İmaduddin Nesimi’ye (ö.811/1408) atfen bu adı almıştır. Nesimi derisi yüzülerek öldürülmüştür. Hem Fazlullah hem de Nesimi, Timur döneminde öldürülmüşlerdir. Bu iki ismin
Alevilik içerisinde yer alması, Fazlullah’ın halifelerinin Timurluların takiplerinden kaçarak
Anadolu’ya gelmeleri ve halk içinde propaganda yapmaları sonucu Hurufilik etkisi ile olmuştur.
Dârın dört çeşidi ilgili Buyrukta söyle dile getirilmektedir:
Tarikatta dört türlü dâr vardır; Dâr-ı Mansur, dâr-ı Fazlı, dâr-ı Nesimi ve dâr-ı Fâtıma. Dâr-ı Mansur; ağaca (dâr) asılır gibi doğru bir şekilde pir huzurunda el sallandırarak durmaktır. Dâr-ı Fazlı; “ask ola!” denildiğinde secdeye varmaktır. Hz. Fazlı, yüzü üstü bıçağa bırakılmıştı, bu demektir ki bıçak Fazlı gibi ciğerimdedir. Secdeden doğrulup oturduğunda ise bu dâr-ı Nesimi olur. Nesimi gibi postumu yüzdürdüm demektir. Dâr-ı Fâtıma ise ayağını birbiri üstüne koyup mühürlemektir. İmam Hüseyin’den kalmıştır. Söyle ki; bir gün İmam Hasan ile İmam Hüseyin birlikteyken Sultan-ı Enbiya hazretleri su ister, İmam Hüseyin atik idi, hemen davranınca sol ayak parmağını tasa vurup kanatır. Hz.Muhammed’e su verince hayâ ettiğinden dolayı sağ ayağını sol ayağını üstüne koyarak verir. Bir sufi sıdk ile dâra dursa bu dört dârın piri o mümine şefaat eder.(105)
Risale-i Şeyh Safi’de bu son olay, yani Hz. Hüseyin’in, dedesi suyunu huzurlu bir şekilde içsin ve kendisine üzülmesin diye sağ ayak başparmağını sol ayak başparmağına koyarak yarasını kapatmasını ya da diğer bir tabirle ayağını mühürlemesini; tarikat içinde kardeşlerin birbirlerine lokma sunacaklarında sag ayak başparmağını sol ayak basparmagına mühürlemelerinin dayanağı olarak verilmistir.(106)
91 Gölpınarlı, Mevlevî Âdâb ve Erkânı, s.36.
92 bkz. Gölpınarlı 181, vr.8b; 198, vr.18a-18b; 199, vr. 50b-51a; Risâle-i Seyh Safi, vr.43b; Gökçeler, s.120–121.
93 Aytekin, s.66; Bozkurt, s.120. Bozkurt buyruğunda Hz. Muhammed, Hz.li, on iki imamlar ya da herhangi bir din ulusu ile bir Hak asığının adı geçtiğinde inananların sağ ellerinin başparmaklarını dudaklarına götürmeleri olarak ayrıntılı anlatılmıştır.
94 Bakara, 2/34.
95 “Kim Allah’tan başkasına secde ederse, kâfir olur= men secdede ligayrillahi fekad kefer
96 A’raf, 7/179.
97 Rûm, 30/7.
98 Gölpınarlı 181, vr.8b-9a; 198, vr.18b-19b; 199, vr.51a-51b; Risâle-i Seyh Safi, vr.44a; Gökçeler, s.121–124. Risâlei
Şeyh Safi’de başka bir yerde bu konu “secdenin aslı ve kime olmuştur,” baslığı altında su sekilde betimlenmistir:
Seytan kovulmadan önce Allah’a yaptıgı ibadetten dolayı yüksek bir mertebeye erismis, meleklerin halifesi olmus ve
levh-i mahfuzu okuma serefine ulasmıstır. Yüce Allah, Âdem’i topraktan yaratmayı dilediginde; Cebrail, _srafil ve
Mikail toprak getirmek için yeryüzüne inmisler ancak basarılı olamamıslardır. Çünkü daha önce levh-i mahfuzu
okuyan Seytan yeryüzüne inerek topraga Âdem’in onun üzerinde nice kusurlar isleyecegini haber vererek eger toprak
verirse günahkâr olacagını söylemis ve onu gelenlere toprak vermemesi hususunda kandırmıstır. Bunun üzerine Allah
Teâlâ’dan emir alan Azrail topragın feryadına bakmaksızın çesitli toprakları alıp huzura götürmüstür. Cenâb-ı Hak
kendi lütfundan topragı yogurarak Âdemin kalbini yaratmıs ve kuruması için günese bırakmıstır. Seytan yine
yeryüzüne inerek Âdem’in kalıbına bakmıs ve “Ars-ı A’lâ’da ismi halife diye yazılı olan bu küçük sey mi?” diye
kibirlenmis ve onun kalbini büzmeye çalısmıstır. Tam bu esnada Yüce Allah meleklere “secde edin” diye emretmis,
Seytan dısında herkes emri yerine getirmistir. Seytan gururuna yenilerek, topraktan yaratılmısa secde etmem diyerek
karsı çıkmıs ve lanet halkası bogazına geçirilerek merdud ve mel’un olmustur. Bkz. a.g.y., vr.55a-56a.
99 Aytekin, s.93; Bozkurt, s. 117.
100 Aytekin, s.133; AytekinAlaca, s.174.
101 Aytekin, s.92–93; Bozkurt, 118. Benzer ifadeler Seyh Safi Buyruklarında niyaz ile ilgili olarak geçmektedir. bkz.
Gölpınarlı 181, vr.8b; 198, vr.18a-18b; 199, vr. 50b-51a; Risâle-i Seyh Safi, vr.43b; Gökçeler, s.120–121.
102 Gölpınarlı, Mevlevî Âdâb ve Erkânı, s.40.
103 Semseddin Sami, Kâmûs-ı Türki, (Dersaâdet: Çagrı Yayınları, 1317), s.597.
104 Gölpınarlı’ya göre dâr anlayısı Alevilik-Bektasilige özgü olmayıp Mevlevilik gibi bazı tarikatlarda da olan ve aslen
Kalenderilerden kalan ortak bir davranıstır. Ayak mühürlemekniyâz vaziyeti ve mühr-pây durmak olarak da ifade
edilen bu durusta sag ayak basparmagı, sol ayak basparmagının üzerine konulurak ayak mühürlenir. Bu durumda olan
kisi sag elini parmakları açık olarak kalbinin üstüne koyar, sol elini de sol bögrünün üstüne aynı sekilde koyarak
pirine/mürsidine karsı saygısını ve boynunun kıldan ince oldugu mesajını verir. Her tarikat bu durusu kendine göre
yorumlamıstır. Gölpınarlı, Alevilik, Bektasilik ve Mevlevilikte bu dâra durusla ilgili çesitli menkıbelerin
uyduruldugunu söyler. Buna göre Aleviler ve Bektasiler ayak mühürlemeyi Hz. Ali’nin kendi cenazesini götürmesi
olayıyla iliskilendirirler. Hz.Hasan ve Hz. Hüseyin, Hz. Ali’nin nasihatine uyarak cenazesini ertesi gün gelen yüzü
örtülü Araba teslim ederler, ancak o kisiyi merak ettiklerinden pesinden giderler. Bir süre sonra yüzü örtülü kisinin
Hz. Ali oldugunu gören Hasan ve Hüseyin kosarlarken Hz. Hasan, sol ayak basparmagını bir tasa çarpar ve
basparmagı kanamaya baslar, ancak mahcup olmamak için sag ayak basparmagını sol ayak basparmagı üzerine koyar.
Yine baska bir rivayete göre ise ayak mühürlemek sol ayak basparmagı olmadıgı için hizmet ederken bunu
göstermemek için sag ayagını sol ayagı üstüne koyan Selman-ı Farisi’den kalmıstır. Mevleviler ise bu olayın Ates-bâz
Veli’den kaldıgına inanırlar. Ates-bâz Veli bir gün Mevlana’ya odun kalmadı deyince Mevlana, ayaklarının kazanın
altına koy demis. Ayaklarını kazanın altına koyan Ates-bâz’ın basparmaklarından çıkan alev kazanı kaynatmaya baslamıs. Ancak, Ates-bâz “acaba ayaklarım yanar mı?” diye süpheye düsünce sol ayak basparmagı yanmıs. Bunu
duyan Mevlana, “hay ates-bâz (atesle oynayan) hay!” demis. Bu olaydan sonra Ates-bâz, yanan parmagını
göstermemek için sag ayagının basparmagını, sol ayagının basparmagı üzerine koymustur. bkz. Abdülbaki Gölpınarlı,
Mevlevî Âdâb ve Erkânı, (_stanbul: _nkılap ve Aka Kitabevleri, 1963), s.8–9
105 AytekinAlaca, s.189; Bozkurt, s.115–116. Fuat Bozkurt, Fâtıma darını anlatırken, Hz. Hüseyin’in su getirdigi kisinin Hz. Ali oldugunu söyler. Kanaatimizce BozkurtAytekinAlaca buyruğunda geçen, “Sultan-ı Enbiya
Hazretleri” ifadesini Hz. Ali seklinde değerlendirmiştir. Hâlbuki “Sultan-ı Enbiya/Peygamberlerin sultanı) ifadesi Hz.
Muhammed için kullanılan bir nitelemedir. Ayrıca Alevilikte dâr anlayışıyla ilgili müstakil bir çalışma için bkz.
İsmail Kaygusuz, Alevilikte Dâr, Dârın Pirleri, ( stanbul: Alev Yayınları, 1993).

Yorum Gönder

0 Yorumlar