Subscribe Us

header ads

22 | Kızılbaşlık; İslâm’ın Türk Yorumu

Kızılbaşlık; İslâm’ın Türk yorumu
Çetinkaya: Alevi inanç alanının Türkmen ahaliyle sınırlı kalması, 16. yüzyılda başlayan çatışmalar ve aşağılayıcı sıfatlarla anılmaya başlanmasıyla ilgilidir. “Alevi olunmaz Alevi doğulur” ifadesi de o döneme dayanır.
Alevi törenlerinin vazgeçilmezi olan semah Göktürk döneminde kızların döne döne yaptığı dansı hatırlatıyor
Bizi Horasan’dan Anadolu’ya getiren yolun tarihi, teolojik, edebi, sosyolojik yönlerini ele alan sayısız çalışma içinde  “meselenin adını” net biçimde koyabilmiş az sayıdaki araştırmacıdan biri Nihat Çetinkaya. Bugün onunla  “Kızılbaş Türkler” çalışmasıyla gündeme getirdiği  “Türk Aleviliği”ni konuşacağız.
Diziye başlarken yaptığımız gibi Çetinkaya da  “Türk Aleviliği” kavramını izah edebilmek için, İslam’da ayrılıkların gelişme sürecini hatırlamak gerektiğini vurguluyor.
Sünnilik-Şiilik ayrımı yoktu
Çetinkaya’nın ifadesiyle “mezhep inancı açısından ”Alevilik“ sözü 1800’lü yılların son çeyreğinde” ortaya çıkmış. Hz. Muhammed’in vefatından sonraki ilk ayrılıklar ise  “siyasî” bir nitelik göstermiş; “Emeviler döneminde devlet eliyle yapılan uygulamaların İslam dininin hükümlerine ve felsefesine uymadığı gerekçesiyle meydana gelen tepkilerle, ayrılıklar inanç sahasına yani mezhebi alana kaymış, süreç içinde İslamî algılayışlarda farklılaşmalar meydana gelmiştir.”
İslam’da belirgin ve etkin ayrılıklardan günümüze kadar uzanan ikisi; Sünnîlik-Şiîlik’in 10. asırda daha da belirginleştiğini vurgulayan Çetinkaya, “10. ve 11. yüzyıllara kadar, anılan ayrılık, ”Şiî-Sünnî“ şeklin-de pek ifade edilmez. Ayrılık, halifelik ve yönettiği Arap devleti ile başını, Hz. Ali neslinin ve taraftarlarının çektiği Şiî muhalefet arasında cereyan etmiştir.  Şiî-Sünnî adlarıyla ayrılık, 1040’lı yıllarda, Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in Irak sahasına inmesinden sonra keskinleşmiştir” diyor. Devamını kendisinden dinleyelim:
“Tuğrul Bey Bağdat’a geldiğinde, Halife Kaim Biemrillah’ın bütün siyasi yetkilerini elinden alır, dinî yetkilerini de kısıtlar. Halifeliğin siyasi yönetimini elinde bulunduran Şiî Büveyhoğlu’nu ve yine Şiî (12 İmamcı) ordu komutanı Türk asıllı Arslan Besasirî’yi kovar. Tuğrul Bey Bağdat’tan ayrıldıktan sonra, mezhepler arasında hukukî alanda ihtilaflar çıkar. Şiîlerin dışlanmasından sonra bu ihtilaflar, o tarihten itibaren hep Sünnî olarak algılanmış olan 4 mezhep yani Hanefîlik, Şafiîlik, Hambelîlik ve Malikîlik arasında cereyan eder. Bu tartışma daha çok adalet sahasında, kadı hü-kümlerinde ortaya çıkar. Bu durumda halife, bu dört mezhebi ”hak mezhep“ olarak ilan ederek, bu mezheplere mensup kadıların, kendi inanç topluluklarında verecekleri fıkhî (hukuki) kararlarının halifelik makamınca meşru olup geçerli kabul edileceğine dair bir fetva yayınlar.”
Çetinkaya, Alevilerin “İslam dışı, aşırı, hatta sapık” kabul edilmesinin miladı olan bu olayın takipçisi olmuş. “Sadece dört mezhebin Müslümanlığını kabul ve tasdik eden ‘Ehli Sünnet vel cemaat dört hak mezhep’ hükmünün, nerede, ne zaman, niçin, neye dayanarak, kim tarafından verildiğini” öğrenmeye çalışmış.  “Bir açıklama ve kaynağa rastlayamadım. Birçok din adamına sorularım, hep cevapsız kalmış, cevap verenler de ”bilmiyorum“ diye cevaplamışlardır.” diyor.
Farklılığın oluşumu“Türk Aleviliği”nin ayrışımının ve farklılığının oluşum sebeplerinden birinin; bu fetvaya dayanan anlayış ve uygulamaların, halifelik güç kazandıkça, diğer İslâm topluluk ve ülkelerinde de etkin olmaya başladığı bu dönemde aranmasını gerektiğini savunan Çetinkaya’ya göre de  “Türk-ler, Müslüman olmadan önce, Emeviler ve Abbasilerle üç asra yakın bir süre onların baskı, zulüm ve katliamlarına maruz kalmaları nedeniyle bi-linçaltlarında önemli tepkiler birikmişti. Bunlara karşı muhalefeti sürdüren Hz. Ali soyundan gelenlerin Türkistan (Horasan)” daki bütün isyanlarına -Müslüman olmamalarına rağmen katılmışlar ve bu vesileyle, Ehl-i Beyt nesline ilgi ve sempati duymaya başlamışlardır.
Türklerin X. Asırda toplu olarak İslam’a geçişlerinde de, Hz. Ali nesline olan sempatileri inanç alanlarında da etkisini sürdürmüş ve halifeliğin etki alanlarından uzak durmuşlardır.
Türklerde başlayan İslâmlaşma, Hz. Ali yanlılığı ekseninde gelişirken, halifelik merkezli hakim dinî alanın teferruatından farklı olmakla, Ehl-i Beyt çevrelerinin anlayışına göre de göre de sathi bir görünüm arz ediyordu.
Şimdiki Türk AleviliğiSoru cevaplarla devam edecek olursak;
– “Şimdiki Türk Aleviliği” hangi aşamalardan geçmiştir?
Konunun otoritesi olan bilim adamlarının ortak görüşüyle de, ilk asırlar Türkmenlerin Müslümanlığı, kendilerine özgü, eski Türk inançlarının, İslâm’ın genel hükümleriyle bütünleşmiş, teferruattan arınmış “sathi” bir İslâm anlayışı ve kavrayışı idi.
Bu dönemde, bu konuyla ilgili önemli bir olay da, Batı’ya doğru başlayan büyük, kitlevî bir Türk göçünün başlamış olmasıdır.
Söz konusu Türkler daha çok Oğuz/Türkmen kitlesidir. Horasan’dan Anadolu’ya kayarak Anadolu Selçuklu devletini kuran bu Türkmen ahali, ifade etmeğe çalıştığımız temayüllerini devam ettirmiş, kendilerini halifeliğin ve Arap dinî merkezlerinin etki alanlarından uzak tutmuş ve kendi kavrayışları olan İslâmî anlayışlarını şimdiki “Türk Aleviliği” sürdürerek günümüze kadar getirmişlerdir.
– Anadolu Aleviliğin  Sünni kitleden ayrılarak ortaya çıktığı görüşüne karşı çıkıyorsunuz; “durum tam tersidir” derken , o zaman bir de “Anadolu Sünniliği”ni mi gündeme getiriyorsunuz?
İlk gelişlerinde, İslamî anlayışlarında bir bütünlük içinde olan bu Anadolu Türkmenlerin içinde gelişerek çoğunluk sağlayan Sünnî kesimin oluşum sebeplerine ve gelişim safhasına da değinmek gerekir. Çünkü Türkmen boylarının Anadolu’ya yerleşerek Selçuklu devletinin kurulma-sıyla, Batı/Hıristiyan dünyasının Haçlı ordularıyla çatışmalar ve savaşlar başlar. Şartlar Selçukluların, İslâm dünyası ile dostluk ve ittifak içinde olmasını gerektirir. Halifelikle ilişkiye girmekle, dinî açıdan Anadolu kapıları halife merkezinin etkinliğine açılmış olur. Türkmenlerin anlayışları doğrultusunda, Türkmen dedeliğine bağlı ocaklar, dergâhlar ve ahilik gibi kurulaşmaların varlığını sürdürdüğü Türk muhitinde, halifelik makamının İslâmî anlayışı, Anadolu’da, üst tabakalardan başlayarak yayılmaya, medrese, kadılık ve benzerleri gibi kurumlaşmaya başlar. Bu şekilde Anadolu’da, anılan etki ve kurumların çevrelerinde, Sünnî anlayış doğrultusunda İslâmî araştırmalar ve eğitim çalışmaları başlar. İşte çalışmaların doğrultusunda, bugünkü, şehir, medrese yahut yüksek İslâm diyebileceğimiz Anadolu Sünnîliği’nin başlangıç safhası, Türkmen muhitinden koparak bu gelişmelerle başlamıştır.
İkinci Türkmen göçü
– Peki Alevilik ile karşı karşıya gelişi?..
Halife ve Arap muhitinin etkisiyle başlayan bu gelişmeler, Osmanlı devletinin kuruluşuna kadar, üst tabakaların dışında pek yayılma gösterememiştir. 1200’lerin başlarından itibaren, Cengiz Han’ın batı seferlerinin etkisiyle başlaya ikinci Türkmen göçüyle, Anadolu’da görülmeğe başlayan Sünnîlik, Türk Sünnîliği’nin merkez şehirleri olan Buhara ve Semerkant’ın İslâmi çevreleriyle irtibatlanır ve beslenmeğe başlar.  Anadolu’da, 16. yüzyılın başlarına kadar, bu iki İslâmî anlayışa mensup Türkmenler arasında, tartışmaya ve çatışmaya yönelik bir olaya pek rastlanmaz.
İnanç alanı Türk/Türkmen ahaliyle sınırlı kaldı
– 16. yüzyıla kadar çatışma yok diyorsunuz; o zaman 16. yüzyılda her şey bir anda mı oldu? Mesela Türkmenler bir anda “ayaklanalım”mı dediler?
15. asrın sonlarıyla 16. asrın başlarında, başta ekonomik sebepler olmakla çeşitli sebeplerle, devletle Türkmen ahali arasındaki anlaşmazlıkların savaşlara dönüşen Türkmen kalkışmaları, Sünnî-Alevî ayrılığın kırılma noktası olur.  Günümüzde, toplumumuzu yakından ilgilendiren Alevi-Sünnî ayrışması, Çaldıran Savaşı’ndan sonra tırmanışa geçerek günümüze kadar gel-miştir.
Şah İsmail, Çaldıran Savaşı öncesi, İran’ın önde gelen, etkili, tanınmış Sünnî Ulemasından şok sayıda kimseleri toplatıp gözetim altında tutuyordu. Yavuz savaş sonrası Tebriz’e gelir ve bunları İstanbul’a gönderir.
Yine Mısır seferinde, Halife ile tahminen üç bin civarında bir âlim topluluğu İstanbul’a gönderilir. İstanbul’da toplanan bu şahsiyetler, daha sonra dinî kurumlarda, kadılık makamları ve medreselerde görevlendirilir.
Bu şekilde başlayan süreçte dinî kavrayışlardaki ayrılıklar daha da derinleşir ve ayrışır. Böylece Alevi inançlı Türkmenlerin dışlanmasını ve Müslüman ahalinin kesin çizgilerle, bugünkü ifadesiyle Alevi-Sünnî olarak kutuplaşması doğar. Bu dönemden başlayarak, Türkmen ahali, tahkir edici birçok sıfatın yanında, daha çok kendilerinin de benimsediği Şiî ve Kızılbaş adlarıyla tanımlanmaya ve anılmaya başlanır.  Buraya kadar ifadeye çalıştığımız Alevi inanç alanı Türk/Türkmen ahaliyle sınırlı olmuştur. Bu durum, Aleviler arasında ifade edilen “Alevi olunmaz, Alevi doğulur” ve Aleviliğin “İslam’ın Türk Yorumu” tanımlamasıyla daha iyi anlaşılır.
Şia’dan Şii’ye…
“Şiî sözü, Arapça taraftar anlamında kullanılmıştır. Ayrılıkların ortaya çıkıp çatışmaya dönüşmeğe başladığı Hz. Osman döneminde, Ali Şia’sı, Ömer Şia’sı, Muaviye Şia’sı v.s. gibi taraftar anlamında kullanılmaktaydı.Muaviye’nin hakimiyetinden sonra, Hz. Ali evlâtlarının ve taraftarlarının muhalefeti tekleşerek öne çıktığı için, diğerleri ile beraber “Muaviye Şia’sı” sözü devlet veya halife yanlılığına dönüşmüş, Ali Şia’sı sözü de, 717 tarihinde Emevi halifesi Ömer b. Abdüla-ziz’in halifeliği döneminden itibaren de, muhalif Hz. Ali taraftarları sadece “Şia” veya “Şiî” olarak anılmaya başlamıştır. Zamanla halifeliğe muhalefet kesimini ifade eden Şiî sözü, siyasî ve itikadî anlamda birbirinden farklı grupların ortak adı haline gelmiştir.”

Yorum Gönder

0 Yorumlar